Salı, Kasım 02, 2010

I could never be the same again - Artık asla aynı olamazdım.

İkinci günüm gayet sıradan başlamıştı. İstanbul denilen bu büyük şehir daha ilk günden beni bir parçası yapmıştı; bunu iliklerimde ve kalp atışımda hissedebiliyordum. Saat sabahın yedisi ve sanki herkes kendini can havliyle evden atmış gibi dışardaydı. Bu kalabalığın içerisinde kendini yalnız hissetmen de oldukça olası bir taraftan da. Daha fazla otelin soğuk duvarlarına dayanamadım ve otelden çıktım. Sarı eğlencem bir dakika geçmemişti ki gelip durdu önümde. Kapıyı açan valeye "teşekkürler" bakışı atıp bindim taksiye.

Tok sesiyle "Günaydın!" dedi Özgür. Adı buydu; Özgür. Otelin müdürüyle konuşurken laf arasında geçmişti adı. Her nasılsa aklımda kalmış.

Daha fazla kötü davranmamalıydım bu zavallı adama.

"Sana da günaydın Özgür!" dedim kulağıma çok aptalca gelen aksanımla. Adını söylediğim anda yüzünde oluşan acı ile karışık şaşkınlık ifadesi ise bütün gün gözlerimin önünden gitmedi. Yola çıktık. Dört tekerlek dönmeye başladığı anda kafamda dün geceden kalma bir Smokey Robinson bestesi de dönmeye başladı.

"Take a good look at my face,
You'll see my smile looks out of place
If you look closer it's easy to trace
The tracks of my tears."

Bütün yol boyunca sessizdik. Sadece, arada bir bakışlarını yakalıyordum dikiz aynasından. Anlamaya çalışıyordum bana bakan gözleri. Dün konuşan, bağırıp çağıran gözler bugün ses çıkaramıyordu adeta.
Galata Kulesi'nin önüne geldik ve durdu sarı eğlence. "Yarın aynı saatte, lütfen!" dedim benim bile inanamadığım sevimsiz ve soğuk bir ses tonuyla. Ne olmuştu bana böyle? Artık cümlelerime, ses tonuma ve mimiklerime hakim olamıyordum. Karmaşık İstanbul, tahmin edilemezliğini sanki bana bulaştırmıştı. Kafamı kaldırdım ve uzunca karşımda dikilen kuleye baktım bir süre. İstanbul'daydım; evden çok uzakta. Artık asla aynı olamazdım. Asla...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder